Güncel

Yeni Özgür Politika | Yarım asırlık sürgün (1)

"Demokrasi İçin Birlik’in 1981 yılında düzenlediği geceye Kürt arkadaşlar Tekoşer olarak katılmışlardı. Daha sonra Brüksel Kürt Enstitüsü’ne dönüşen örgütle olduğu gibi Ermeni ve Asuri arkadaşların örgütleriyle de sıcak ilişkiler kurduk. 1999 yılından itibaren Kürt Enstitüsü’ne olduğu gibi Ermeni ve Asuri dernek ve işyerlerine yapılan saldırılar karşısında ortak tavır aldık"

Anımsayabildiğim kadarıyla 19. yüzyılın başlarında Amerikan ordusu içinde bir generalin düzenlediği komploya adı karışan genç subay Nolan askeri mahkemeye sevkedilir. Ordudaki disiplinden, saçmalıklardan ve sorgulamada karşılaştığı kötü muamelelerden öylesine gına getirmiştir ki, karar aşamasında ABD’ye ihanetten sanık olarak son sözü sorulduğunda,

– Allah belasını versin bu Birleşik Devletler’in. ABD’nin adını bir daha asla duymak istemiyorum, diye bağırır.

Bunun üzerine askeri mahkeme kendisini ABD topraklarına ömrünün sonuna kadar bir daha hiç ayak basmayacak biçimde açık denizdeki Amerikan gemilerinde yaşamaya mahkum eder. Donanmanın tüm mürettebatına da, Nolan’la konuşurken ABD’nin adını anmak kesinlikle yasaklanır. Nolan’ın içinde bulunduğu bir gemi karaya yanaşmadan önce Nolan’ı açık denizde bir başka gemiye devretmek zorundadır. Nolan’ın doğduğu topraklara bir daha ayak basmadan, doğduğu ülkenin adını hiç duymadan açık denizlerde bir gemiden öteki gemiye devredilerek sürdürdüğü 55 yıllık sürgün yaşamı yine bir gemide vatansız olarak son bulur.

Çocukluk yıllarımda okuduğum yüzlerce roman ya da hikayenin kahramanları arasında Nolan’ın belleğimden asla silinmeyecek bir yeri vardı. Tam yarım yüzyıl sonra Türk devleti tarafından vatansız ilan edildiğimde ilk düşündüğüm Nolan’dı.”

Bu sözler, Doğan Özgüden’in ‘Vatansız Gazeteci’ adlı kitabından. Doğan Özgüden, tam 48 yıldır sürgünde yaşıyor. Nolan gibi ‘vatansız’ bir gazeteci, eylem adamı. Türk devleti onu ve eşi İnci Tuğsavul’u sadece sürgüne zorlamak, ardından da “vatansız” kılmakla kalmadı. Belçika’daki yaşamlarını, çalışmalarını sabote etmek için büyükelçiliğiyle, konsolosluğuyla, faşistleriyle, dernekleriyle Doğan Ağabey’i ve İnci Abla’yı susturmak için her türlü yöntemi denediler. Ama başaramadılar. Onlar faşizme karşı daha fazla mücadele ettiler, daha fazla çalıştılar.

Doğan Özgüden, 1960’lı yılların efsanevi genel yayın yönetmeni, gazetecisi. Ant dergisinin ve Ant Yayınları’nın kurucusu… Kimsenin pek konuşmadığı dönemlerde Kürt konusunda tavrını çok net ortaya koymuş bir gazeteci. Türk ordusunu ilk onlar teşhir etti. Farklı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerini anlatan kitapları ilk onlar bastı. Hakkında 300 yıla yakın hapis cezası istenen Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul’u yarım asırdır sürgündeler. ‘Türkiye’yi bir kez daha görebileceğimi sanmıyorum. Herhalde gurbeti içimde taşıyarak kopacağım bu dünyadan’ diyen Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul ile konuştuk. Söyleşimiz iki gün sürecek.

Tam 47 yıl oldu, sürgünlük hayatınız. Sürgüne çıkanlar bir süre sonra ülke sorunlarıyla, siyasetle ilgilenmiyorlar. Kimisi ‘kaçış’, kimisi ‘özgürlük’ olarak değerlendirirken sizin ve İnci Ablanın sürgünlüğü bir meydana okumaya dönüştü… Bu meydan okumayı nasıl yaptınız?

Hemen başta söyleyeyim… Ben gurbeti ta çocukluk yıllarımdan itibaren tanımış, acısını derinden yaşamış birisiyim… Babam demiryolu emekçisi olduğu için Anadolu’nun ıssız ara tren istasyonlarında görevliydi… Bu nedenle ilkokul öğrenimim sırasında beni tüm ders yılında uzak köy ya da kentlere gönderirlerdi. Aileden uzak farklı farklı yerlerde yaşamaya ve tek başıma başarmaya o yıllardan talimliydim…

Tabii ki yurt dışı sürgünü çok farklı. Sosyalist gazeteciler olarak hakkımızda yüzlerce yıl hapis talep edildiği, sıkıyönetim tarafından “Teslim ol” çağrılarıyla arandığımız için ülkeyi 1971 Mayıs’ında sahte pasaportla terketmek zorunda kaldık.

Yönetiğimiz Ant Dergisi’nin yazı kurulunda cuntaya teslim olmaktansa yurt dışına çıkıp orada yıllardır ilişkide olduğumuz yazar ve okurlarımızla, Avrupalı siyasetçi ve gazetecilerle ilişki kurarak cuntaya karşı uluslararası direnişe katkı sağlamamız gerektiğini kararlaştırmıştık. Dediğiniz gibi bu gerçekten bir meydan okumaydı… Yarım yüzyıla yaklaşan sürgünümüzde bizleri ayakta tutan inançlarımıza bağlılık ve üstlendiğimiz sorumlulukların gereğini en zor koşullarda dahi yerine getirme kaygısı oldu.

Hasret ve uzaklığa aldırmadan kavgaya tutuşmak, kavgayı Avrupa’nın başkentinde yapmak kolay oldu mu?

Sürgünümüzün ilk iki yılı sadece Avrupa başkentinde değildik… Demokratik direnişin örgütlenmesine katkı sağlamak için Belçika, Almanya, Hollanda, Fransa, İsveç, Danimarka ve Norveç arasında mekik dokuduk. Demokratik direniş örgütlenmesine gereken katkıyı yaptıktan sonra Türkiye’ye yine kaçak yollardan girmeyi düşündüğümüz için iltica talep etmemiştik.

Sınır ve gümrük kontrollerinin bugüne göre çok sıkı olduğu o dönemde en büyük zorluk sahte pasaportla seyahat etmekti… Bu süre içerisinde ana hedef olarak, Türkiye’nin anti-demokratik uygulamaları devam ettirdiği sürece Avrupa Konseyi’nden dışlanmasını sağlamayı seçmiştik. Bu çalışmaları hep sahte pasaportla, Mehmet ve Hacer takma adı altında, yürütüyorduk.

Ancak yayınladığımız belgeler nedeniyle Türkiye’nin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nden dışlanması gündeme geldiğinde, Strasbourg’ta Türkiye delegasyonu başkanı Turhan Feyzioğlu gerçek isimlerimizi vererek bu çalışmaların Türkiye’den kaçmış komünistler tarafından yürütüldüğü ihbarında bulundu. Bunun üzerine bize çalışmalarımızda destek olan Hollandalı milletvekili Piet Dankert, ki yıllarca sonra Avrupa Parlamentosu başkanı olacaktı, Türk polisiyle başımız dertteyken bir de Avrupa polisiyle başımızın derde girmemesi için artık siyasi sığınma isteyerek legale çıkmamız gerektiğini söyledi.

Bunun üzerine 1973 yılı başında Hollanda’nın Zaandam kentinde siyasi sığınma talebinde bulunduk. Talebimiz kısa zamanda kabul edildi. İlk iki yıl illegaldeyken hiçbir yerden yardım almadık. Kaçak çalışarak, tercüme gibi işler yaparak geçimimizi sağlamaya çalıştık. İnci’nin anne ve babası da, emekli olmalarına rağmen, maddi bakımdan zaman zaman yardımcı oldular. Hollanda’da siyasal mülteci olduktan sonra çalışmalarımızı Avrupa’nın merkezinde yürütmek amacıyla Brüksel’e yerleşmeye ve İnfo-Türk’ü kurumlaştırmaya karar verdik.

Ancak bu dönemde Türk devletinin Belçika hükümeti nezdinde yaptığı baskılar nedeniyle çok zor bir dönem yaşadık. Birleşmiş Milletler mültecisi olduğumuz halde oturma ve çalışma izni taleblerimiz Belçika Devlet Güvenlik dairesinin verdiği aleyhte raporlarla sürekli reddedildi. Bu sırada kooperatif olarak kurduğumuz İnfo-Türk’ün yayınlarını ancak Belçikalı arkadaşların sorumluluğu altında gerçekleştirebildik. Bir ara da polis beni derdest ederek Belçika’dan sınırdışı etti. Hollanda ile Belçika arasında sınır kontrolu olmadığı için derhal geri dönerek çalışmalarımı illegal olarak sürdürdüm.

Bu arada Belçika’nın iki ulusal sendikası FGTB ve CSC’nin Türkiyeli üyelerine seslenen Türkçe gazetelerini de biz hazırlıyorduk. Tekrar sınırdışı edilmemiz gündeme geldiğinde, Türkiyeli işçilerle ilişkilerinin kopmasından endişelenen bu sendikaların hükümete yaptıkları baskı sonucunda Belçika’da oturma ve çalışma izni alabildik…

Sürgündeyken linç kampanyaları ve saldırılara maruz kaldınız. elçilik, Türk lobisi ve MHP sizinle nasıl uğraştı?

Türk devletinin bize yönelik saldırıları ondan sonra da bitmedi. Yaptığımız yayınlar ve katkıda bulunduğumuz örgütlenmeler nedeniyle zaten sürekli tehditler alıyorduk. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yurt dışında muhalefet sürdüren 200 kadar arkadaşımız gibi biz de 1983’te vatandaşlıktan atıldık.

Bu yetmezmiş gibi, beş yıl sonra Brüksel’deki bir basın toplantısı sırasında zamanın başbakanı Turgut Özal’a Türkiye’de insan haklarının durumuyla ilgili rahatsız edici sorular sorduğumuz için vatandaşlıktan atılma kararı 26 Mayıs 1988’de Başkonsolosluk tarafından gönderilen iadeli taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ edildi. Vatandaşlıktan atılanlara yapılan ortak suçlama, zamanın diktatörü Kenan Evren’in defalarca ifade ettiği gibi, yurt dışında Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren “kansızlar” olarak görülmeleriydi.

1988’de tekrar vatansız bırakıldığımız bildirilince, önce Türkiye’deki Danıştay’da bu kararın iptali için dava açtık. Ancak, Danıştay bu davayı, MGK’nin kararları aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle usulden reddetti.

Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık. Türk devletinin mahkum edilmesi hukuken kaçınılmaz iken, Strasbourg’taki davanın karara bağlanmasından birkaç gün önce, Türk Devleti  mahkumiyet yememek için 12 Eylül rejiminin  çıkarttığı “vatandaşlık kaybettirme yasası”nın iptal edildiğini açıkladı. Bunun üzerine AİHM bizim davanın hukuki dayanağı kalmadığı gerekçesiyle red kararı verdi.

Dava sürecinde Türk Hükümeti Strasbourg’a gönderdiği savunmasında benim ve İnci’nin komünizm, bölücülük propagandası ve örgütlenmesi başta olmak üzere Türk Ceza Yasası’nın bir çok maddesine göre suç işleyerek vatandaşlıktan atılmayı hakettiğimiz yolunda savunma göndermişti.

AİHM’nin kararı üzerine üzerine, Türkiye’deki avukatımız Halit Çelenk aracılığıyla Dışişleri Bakanlığı’na başvurarak Türkiye’ye dönmemiz halinde, daha önce Strasbourg’a bildirdikleri ağır suçlamalardan dolayı hakkımızda işlem yapılmayacağı, tutuklanmayacağımız konusunda yazılı güvence verilmesini istedik. Maalesef o zamanki dışişleri bakanı Hikmet Çetin ve de ondan sonra bakanlık yapan Mümtaz Soysal ve İsmail Cem bize bu konuda güvence vermeyi reddettiler.

Mülteci seyahat belgesiyle Avrupa ülkeleri içinde dahi seyahat etmekte güçlükle karşılaşıyorduk. Gazeteci olarak özellikle Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin toplantılarını izlemek, gerekirse Türkiye konusunda milletvekillerine bilgi vermek için Strasbourg’a gitmek zorundaydım.

Fransız televizyonunda katıldığım bir açık oturumda Türkiye’deki azınlıklara uygulanan baskıları açıkladığım için başta Hürriyet olmak üzere bazı Türk gazeteleri Fransız Hükümeti’ne ‘’teröristleri televizyonda konuşturma’’ suçlamasında bulunmuştu. Bu nedenledir ki, Türk dostlarını tatmin etmek için Fransız hükümeti, üstelik de Mitterrand döneminde,  benim mülteci pasaportuyla Strasbourg’a gitmemi reddetti.

Bu koşullarda yapacak başka bir şey kalmamıştı. Belçika pasaportu alarak seyahat özgürlüğüne kavuşabilmek için İnci’yle birlikte Belçika vatandaşlığı için başvuruda bulunduk. Müracaatımızdan sonra tam dört yıl bize vatandaşlık hakkı tanımayı reddettiler. Belçika Kraliyet savcılığı bizim Türkiye’li terörist örgütlerin toplantılarına katıldığımız, Belçika toplumuna entegre olmadığımız gerekçesiyle Meclis’e hakkımızda aleyhte görüş bildiriyordu. Oysa, bizim yönettiğimiz eğitim merkezinde öğrenim gören birçok mülteci, benim ya da İnci’nin “topluma entegre olmuştur” yolunda verdiğimiz belgelerle Belçika vatandaşı olabilmişti.

Bu konuda verdiğimiz mücadele Belçika demokratik kuruluşlarından ve şahsiyetlerinden de geniş destek gördüğünden Belçika Parlamentosu olağanüstü bir toplantı yaparak 90’lı yılların sonunda bizi Belçika vatandaşlığına kabul etti.

Hakkımda büyük linç kampanyası AKP iktidarı döneminde, 2006 yılında Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez Dersim Soykırımı üzerine bir konferansın düzenleyicileri arasında yer aldığım için Türkiye’de ve Belçika’da yayınlanan aşırı sağcı gazeteler tarafından yıllarca önce katledilen gazeteci Ali Kemal’e benzetilerek başlatıldı.

Daha önce Asuri soykırımı konusunda bir konferansta yaptığım konuşma da Türk düşmanlığımın bir kanıtı olarak gösteriliyordu…  O yıl bana 70. yaşım nedeniyle mesleğe hizmetlerimden ötürü teşekkür belgesi gönderdiği için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yöneticilerine de ağır saldırılarda bulundular. Bu saldırılara karşı gerek sürgünden, gerekse Türkiye’den büyük dayanışma gördüm.

Buna rağmen özellikle daha sonradan Erdoğan’ın dış ilişkiler danışmanı olacak büyükelçi Fuat Tanlay Türk medyasına bizi Türkiye düşmanı gösteren demeçler vermeyi ihmal etmedi.

Hrant Dink katledildiğinden beri her yıl yapılan anma toplantılarına katılarak konuşurum… 2015 yılındaki konuşmamdan sonra Ankara’nın hizmetindeki Türkçe haber sitelerinden birinde Ermeni Anıtı önünde konuşurken resmimle birlikte Belçika Atatürkçüler Derneği yöneticilerinden birinin “Bildiri okuyan bu adamı, Doğan Özgüden’i tanıyın,” diye hedef gösteren bir yazısı yayınlandı.

Tüm bu saldırı ve tehditlere rağmen Brüksel’in Türk mahallesinde yaşamaya, doğru bildiklerimi yazmaya ve söylemeye devam ediyorum…

Avrupa’da, faşizme karşı demokrasi güçleriyle dayanışmayı örgütleyerek, mücadeleye paha biçilmez katkılarda bulundunuz. 70’li yıllardan bu yana Demokratik Direniş Hareketi, Demokrasi İçin Birlik, Halkların Demokratik Kongresi’ne kadar ne tür örgütlemeler yapıldı?

Kişisel inancınız ve azminiz ne denli güçlü olursa olsun, sonuç alıcı mücadeleler ancak örgütlü olarak yürütülebilir.  Bunun içindir ki sürgüne çıkar çıkmaz bir yandan Avrupa kamuoyunu aydınlatmak için çeşitli dillerde bildiriler ve makaleler yayınlarken öte yandan Ant’ın Avrupa’daki yazar ve okurlarıyla ilişkiler kurarak direnişi örgütlü kılmaya çalışıyorduk.

Biz Batı Berlin’deyken Deniz’ler idama mahkum edilmişti. Bunun üzerine Paris’e geçerek Ankara’daki rejime karşı yoğun bir bilgilendirme kampanyasına giriştik, dönemin başbakanı Nihat Erim’in Paris ziyareti sırasında da Demokratik Direniş Hareketi ilk kez sesini duyurdu ve ardından çeşitli Avrupa ülkelerinde etkinlikler örgütledi.

Demokratik Direniş’in 1972-73 yıllarında  İngilizce olarak yayınladığı Türkiye Dosyası (File on Turkey), İşkencede Türkiye (Turkey on Torture) ve Türkiye’de İnsan Avı (Man-Hunts in Turkey) adlı dosyalar Avrupa Konseyi’ne, çeşitli uluslararası kurumlara, sivil toplum örgütlerine ve medyaya iletildi. Bu yayınların da etkisiyle Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden dışlanması gündeme geldi.

Siyasal mülteci olarak legalleştikten sonra Belçika’ya yerleşerek dünya kamuoyunu Türkiye’de insan haklarının ihlali konusunda çeşitli dillerde sürekli bilgilendirmek üzere 1974 yılında Brüksel’de İnfo-Türk’ü kurduk… Bildiğiniz gibi İnfo-Türk 44 yıldır yayın çalışmalarını aralıksız sürdürüyor.

Belçika’da kurduğumuz Güneş Atölyeleri (Ateliers du Soleil) de halen genç bir ekibin yönetiminde 50’yi aşkın milliyetten göçmen ve mültecilere, onların çocuklarına eğitim, mesleğe yönelim, sosyal yaşama katılım, yaratıcı ve kültürel çalışmalar konusunda hizmet vermeye devam ediyor.

Sendikal planda da Belçika’nın iki sendikası, sosyalist FGTB ve hristiyan CSC ile de, gerek Türkiyeli göçmen işçilerin örgütlenmesi, gerekse Türkiye’de baskı altında mücadele veren DİSK ve ona bağlı sendikalarla dayanışma sağlanması konusunda sürekli ilişki içinde olduk. Her iki sendikanın Türkiyeli işçilere seslenen Türkçe gazetelerinin redaksiyonunu uzun yıllar İnfo-Türk olarak biz yürüttük.

Siyasal planda ben 1962 yılından itibaren Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir ve İstanbul örgütlerinde olduğu gibi merkez yürütme kurulunda da sorumluluk üstlenmiş, daha sonra yöneticiliğini yaptığım Akşam Gazetesi’inde ve Ant Dergisi’nde de TİP’in başarısı için mücadele vermiştim.

Türkiye İşçi Partisi’nin 1976’da yeniden kurulması üzerine partinin Avrupa’da örgütlenmesini ve sesini duyurmasını sağlamak üzere Demokrasi İçin Birlik örgütünü kurduk. Başkanı olduğum bu örgüt 12 Eylül darbesinden sonra Avrupa’ya sığınan genel başkan Behice Boran ve diğer parti yöneticilerinin mücadeleye sürgünde de devam edebilmeleri için gerekli alt yapıyı sağladı. 14 Şubat 1981’de “TİP ve DİSK’le Dayanışma Gecesi” adı altında Evren cuntasına karşı Avrupa başkentinde ilk kitlesel etkinliği örgütledi.

DİB kurucuları ve yöneticileri olarak biz faşist baskı koşullarında geniş kapsamlı bir devrimci bütünleşmenin sağlanmasını öngörüyorduk. Ancak sonradan Avrupa’ya gelen parti yöneticileri bunun yerine sadece Sovyet çizgisindeki TKP ile bütünleşmeyi tercih ettiler ve 1987 yılında o partiyle birleşerek tarihsel TİP’in varlığına son verdiler.

Bence Belçika’da katkıda bulunduğumuz en önemli örgütlenme, İnfo-Türk, Brüksel Kürt Enstitüsü, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği ve Belçika Asuri Enstitüsü’nün, Ermeni soykırımının 90. yılında oluşturduğu ortak cephedir.

Demokrasi İçin Birlik’in 1981 yılında düzenlediği geceye Kürt arkadaşlar Tekoşer olarak katılmışlardı. Daha sonra Brüksel Kürt Enstitüsü’ne dönüşen örgütle olduğu gibi Ermeni ve Asuri arkadaşların örgütleriyle de sıcak ilişkiler kurduk. 1999 yılından itibaren Kürt Enstitüsü’ne olduğu gibi Ermeni ve Asuri dernek ve işyerlerine yapılan saldırılar karşısında ortak tavır aldık. Ermeni soykırımının 90. yıldönümünde ve ertesi yıl 1971 darbesinin 35. yıldönümünde bu beraberliğimiz daha da pekişti ve günümüze kadar aynı duyarlılıkta ve etkinlikte sürüyor.

Bu yıl 17-23 Eylül tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen Kürt Kültür Haftası’na İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri de aktif olarak katıldı.

Örgütsel çalışmalarımız sadece Türkiyeliler arasında değil… 70’li yılların sonlarından beri demokratik göçmen örgütlerinin koordinasyon merkezi olan CLOTI’de, Brüksel Kültürler Arası Etkinlikler Merkezi CBAI’de, Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Mücadele Hareketi MRAX’ta aktif olarak yer aldım. Göçmenlere siyasal haklar tanınması için tüm girişimlere katılarak destek verdim.

Yeni Özgür Politika İsmet Kayhan  7 Mart 2019

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu