Güncel

SÖYLEŞİ | “Örgütlenmekten başka çıkış ve mücadele etmekten başka kurtuluş yolu yoktur”

“Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” devrimci hamlesinin geride kalan 1 yılı HBDH bileşenlerinden TKP-ML Temsilcisi Orhan Ünal ile yapılan söyleşi, “Örgütlenmekten başka çıkış ve mücadele etmekten başka kurtuluş yolu yoktur” başlığı ile tkpml.com sitesinde yayınlandı.

tkpml.com sitesinde Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” devrimci hamlesinin 1 yılı geride kalmasının ardından,  “İleri…Daha İleri…” şiarıyla Türkiye’de ve Kürdistan’da  yürüten HBDH bileşenlerinden  TKP-ML’nin  Temsilcisi Orhan Ünal ile bir söyleşi  yapıldı.

TKP-ML Temsilcisi Orhan Ünal, Afganistan’da yaşanan son gelişmeler, ABD’nin buradaki rolüne, Ortadoğu’da yaşananlar ve KDP’nin TC ile işbirliği üzerine, Türkiye’deki yaşanan gelişmelere dair bir çok başlıktaki sorulara yanıt verdi.

Söyleşi şu şekilde;

“– ABD’nin Afganistan’dan çekildiği bir süreci yaşadık. Şimdi ise Irak’tan çekileceği biliniyor. Emperyalizmin güncel durumu ve Ortadoğu’daki gelişmeler için neler söylemek istersiniz?

Evet, emperyalistler arasında yeni çelişkilerin, kamplaşmaların ve buna bağlı olarak yeni yönelimlerin yaşandığı bir sürecin içindeyiz. Soru her ne kadar, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesine, Irak’tan çekilme tartışmalarına ve Ortadoğu’daki gelişmeler bağlamında ABD emperyalizmine odaklanmış olsa da, emperyalistler arası çelişki ve kutuplaşmanın doğal sonucu olarak, bu alanlarda atılan her adımın rakip emperyalist güçler tarafından karşılanacağı ortadadır. Diğer bir ifadeyle, ABD emperyalizminin attığı her adım karşısında yer alan Rusya ve Çin emperyalistleri tarafından yanıtlanacaktır ve yanıtlanmaktadır.

Örneğin, ABD emperyalizminin Afganistan’dan kaçarcasına çekilmesinin ardından Çin emperyalizminin Afganistan’da kimi adımlarına şahit olduk. Dolayısıyla, emperyalizmin güncel durumu dediğimizde, diğer emperyalist güçlerin durumu ve duruşunu –özellikle Ortadoğu bağlamında– gözden kaçırmamak gerekir.

Bu kapsamda, bölgede askeri çatışmalar söz konusu olduğunda Rusya’nın devreye girdiği, Çin’in ise daha çok sermaye ihracıyla hakimiyet alanlarını genişletmeye çalıştığını gözlemliyoruz.

Ve evet, ABD emperyalizminin, Joe Biden’ı ABD başkanı olarak görevlendirdikten sonra bölgede attığı “yeni” adımlara da tanık oluyoruz. ABD, uzun süredir hem küresel stratejisinde hem de bununla bağlantılı olarak Ortadoğu politikasında değişikliğe gitmek istiyor. Aslında Ortadoğu’ya ilişkin bu politika değişikliği, 10 yıldır dillendirilmekteydi ve yükselen Çin emperyalizmine karşı Pasifik eksenli bir dış politikaya ağırlık verilmesi önerilmekteydi.

Halihazırda ABD’nin dış (askeri) yardımının yüzde 80’i, İsrail, Mısır ve Ürdün’e yapıldığı ve ABD’nin bölgede 46 bin civarında asker bulundurduğu koşullarda, bu durumun ABD emperyalizmi açısından yeterli bir karşılığının alınamadığı ileri sürülmekte ve bölgeden çekilerek görevi “müttefiklere” devretme politikası önerilmekteydi. Ancak ABD’nin bölgeden askeri olarak tamamen çekildiğini düşünmek çok yanlış. Zira, örneğin Irak’tan askeri çekilmeyi gerçekleştirse dahi eğitmen, danışman ve teknik destek misyonuyla Irak içinde etkili olmaya devam edecek. Ya da Katar’dan çektiği askerlerini Ürdün’e yönlendiriyor. Kısacası ABD’nin hangi politikayla olursa olsun Ortadoğu denklemi içinde kalması için mutlak bir şekilde askeri gücünü bu bölgede tutması şart.

“‘EMPERYALİZM DEMEK ÇELİŞKİ VE ÇATIŞMA DEMEKTİR’”

Joe Biden’la birlikte ABD’nin bu politikasının öne çıkan başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:

Birincisi; bölgede çatışmasızlık ve buna bağlı olarak askeri güçlerini geri çekme. Bu yönelimin ilk adımı Yemen’de uygulandı. Suudi Arabistan ve BAE’nin çatışmasını durdurdu.

İkincisi; bölgede ABD emperyalizmine bağımlı gerici devletler arasında var olan sorunların giderilmesi, çelişkilerin keskinliğinin düşürülmesi. Buna örnek olarak, dört bölge ülkesinin İsrail’i tanıması ve Körfez bölgesinde Katar, BAE ve S. Arabistan arasındaki çelişkinin aşılması yönlü çabalar verilebilir. Yine S. Arabistan ve BAE’nin, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs ile Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu kurmaları ve Mısır ve Ürdün’ün bu yıl içinde ekonomik işbirliği temelli üçlü zirve sürecini başlatmasıyla birlikte S. Arabistan’ın Irak ile kara sınırını açması ve Irak’ın bölgede diplomatik açıdan daha aktif bir politikaya yönelmesi bu politikanın somut adımlarını oluşturuyor.

ABD emperyalizmi açısından, bu politikanın doğrudan olmasa bile dolaylı olarak, Suriye ayağının da hayata geçirildiğine tanık oluyoruz. Bölge gerici devletleri, Suriye ile yeniden diplomatik ilişkiler kurmaya başladılar. Arap Birliği’nin 12 Ekim 2011’de Suriye rejiminin üyeliğini askıya almasının ardından gelinen aşamada, birçok bölge devleti yeniden Suriye ile diplomatik ilişki kurmaya başladı. En son Ürdün ve Suriye arasında bulunan Cabir Sınır Kapısı’nın yeniden açılması gibi gelişmeler yaşanıyor.

Bizce, bölgede en önemli gelişmelerden birisi de S. Arabistan ile İran arasındaki gelişmelerdir. Bölgenin bu iki gerici gücü, 2021 yılının başından itibaren Irak’ın arabuluculuğuyla görüşmeye başlamış ve beş görüşme gerçekleştirmişlerdir. Bu, bölge açısından her iki gericiliğin temsil ettiklerini iddia ettikleri misyonu düşündüğümüzde önemli ve dikkat çekicidir.

Bütün bunlar, ABD emperyalizmin bölgeye dair “yeni yöneliminin” işaretlerindendir.

Öte yandan şunu da vurgulamak gerekir; ABD emperyalizmi açısından İsrail’in “güvenliği” her zaman belirleyici maddelerden biridir. İsrail siyonizmine tehdit oluşturacak güçlerin (özellikle Suriye’nin) önemli oranda zayıf düşürülmesi ABD emperyalizminin yeni politikasını hayata geçirmesinde elini rahatlatmış görülüyor. Bu kapsamda, ABD, İsrail’in başkentini Kudüs’e taşıması ve Golan Tepeleri’nin işgal ve ilhakını tanımış durumdadır. Önümüzdeki süreçte, ABD emperyalizminin bölgedeki gerici devletler üzerinde “İsrail’in tanınması” baskısını artıracağı anlaşılmaktadır. Nitekim bu yönlü bazı adımlar da atıldı.

Kısaca özetlersek; ABD emperyalizmi, kendi ifadeleriyle “çatışma dinamiğinin terk edildiği, ABD’nin müttefiklerinin hem askeri hem de diplomatik olarak kendi ayakları üzerinde durduğu” yeni bir Ortadoğu politikası öngörüyor. Böylelikle Arap devletleri, Türkiye, İran ve İsrail arasında var olan çelişkileri azaltıp, yapabildiği kadar istikrarlı bir ilişkiler ağı kurmayı; bölgedeki gerilim ve çatışmalara mümkün olduğunca müdahil olmamayı ve en önemlisi de kendisinden doğacak boşluğun, Rusya ve Çin emperyalizmi tarafından doldurulamayacağı bir düzen hedefliyor. Bu politikanın yaşama geçemeyeceği açıktır. Çünkü emperyalizm demek çelişki ve çatışma demektir. Dahası bölge gerici devletlerinin arasındaki çelişki ve çatışmaların tarihsel-sosyal-siyasal-dini vb. birçok başlığı vardır. Daha şimdiden bölgede Rusya ve Çin emperyalistlerinin kendi güçlerini tahkim ettiklerine tanık oluyoruz. Suriye’de Rusya’nın, İran’da Çin’in vb. Dolayısıyla ABD emperyalizminin bu politikası bölge gerçekliği açısından gerçekçi değildir.

‘ORTADOĞU, DÜNYA DEVRİMİNİN MERKEZLERİNDEN BİRİ OLMAYA DEVAM EDİYOR’

Bizler açısından esas alınması gereken nokta şudur; Bölge halkları açısından başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin ve bölge gerici devletlerinin çıkarları çelişmektedir. Emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerinin, bölge halklarına, savaş, katliam, göç, açlık ve yoksulluk dışında başka bir şey veremeyeceği tarihsel tecrübeyle sabittir. Bu nedenle, elbette emperyalist politikaları takip etmek, yeni yönelimlerini analiz etmek ve buna uygun bir konumlanış içinde olmak gerekmektedir; ancak esas olan kendi gücümüze, işçi sınıfının ve ezilen halkların, kitlelerin kendi gücüne güvenmesidir. Emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanmak, bu süreçleri takip ederek doğru analizler yapmak elbette önemlidir ama bundan daha önemli olan, halkın ortak mücadelesini örgütlemenin yollarını bulmaktır.

Şu da bir gerçektir; Ortadoğu, dünya devriminin merkezlerinden biri olmaya devam etmektedir. Emperyalist kapitalist sistem zincirinin zayıf halkalarından biri olmayı sürdürmektedir. Rojava’da Kürt ulusu önderliğinde yaşanan ulusal-demokratik devrimci süreç, işçi sınıfı ve ezilen halklara moral olduğu kadar, emperyalistlere ve bölge gerici devletlerine “kabus” olmaktadır. Emperyalistler ve bölge gerici devletleri ilk fırsatta Rojava Devrimi’nin kazanımlarına yönelecektir. Rojava Devrimi’nin bölge halklarına “rol modeli” olmasının önüne geçmek isteyeceklerdir. Bu nedenle daha fazla örgütlenmekten, daha fazla kitlelerle buluşmaktan ve daha fazla ordulaşmaktan başka bir şansımız bulunmamaktadır. Emperyalizmin ve bölge gerici devletlerinin Ortadoğu’daki yeni yönelimine karşı, HBDH örgütlenmesi bu anlamıyla önemini korumakta, gerekliliğini bir kez daha ispatlamaktadır.

‘FAŞİST BASKI VE SALDIRILARIN DAHA DA ARTACAĞI BİR SÜRECE GİRİYORUZ’

– AKP-MHP faşizmi dünyada yaşanan bu gelişmelerle beraber Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da nasıl bir süreç örgütleyecek sizce?

AKP-MHP faşizmi, ABD emperyalizminin bu politika değişikliğinin farkındadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın, J. Biden’la görüşmek için deyim yerindeyse kırk takla attığını gördük. ABD emperyalizminin yeni yönelimiyle ve özellikle J. Biden’la “aralarının iyi olmadığını” bizzat R.T. Erdoğan itiraf etmiş durumdadır.

Aslında TC faşizminin, ABD emperyalizminin bu yönelimi doğrultusunda kimi adımlar attığına tanık oluyoruz. Örneğin Doğu Akdeniz’de, “Mavi Vatan” propagandasından vazgeçildi. İsrail, Mısır, S. Arabistan ve BAE ile diplomatik temaslar kurulmaya çalışılıyor vb. ABD emperyalizminin yeni yönelimine uyum sağlamak için her zamanki pazarlık taktiğine de başvurdu. TC, ülke içinde ABD emperyalizminin çok da belirleyici görmeyeceği faşist saldırganlığa müdahil olmama karşılığında, bölgesel politikalara uyumlu olacağı mesajını vermeye çalıştı. Örneğin Afganistan Havalimanı güvenliğini alma konusundaki öneri ve ısrar bununla ilgiliydi. AKP-MHP faşizmi, defalarca bir NATO üyesi olarak ABD emperyalizmine yararlı bir “müttefik” olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Bu yönlü açıklamalar yaptı.

AKP-MHP’nin emperyalist güçler arasında özellikle ABD ve Rusya arasındaki çelişkiden yararlanma politikası biliniyor. Uzunca bir süre bu çelişkiden faydalanma siyaseti izledi. TC’nin Rusya’dan S-400 alması, ABD’nin tepkisi karşısında bunları aktif hale getirememesi vb. biliniyor. Bu politikasından sonuç da aldı. Örneğin Rusya’nın yol vermesiyle Efrîn’i; ABD’nin izniyle de El Bab-Serekaniye hattını işgal etti. Ancak gelinen aşamada, bu siyasetin de sonuna gelinmiş görünüyor.

Özellikle Biden’ın seçilmesinden sonra, Rusya-Ukrayna geriliminde Ukrayna’nın yanında yer alan tutumu, Nisan ayında Ukrayna ile yapılan görüşmede “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunduklarını” ifade ederek Kırım sorunu karşısında takındığı tavır, Türk SİHA’larının Ukrayna’ya satışı vb. konularda Rusya ile gerilimin arttığı görülüyor. ABD ile yaşanan sorunlarda artık Rusya’ya yanaşma politikası, Rusya’ya daha fazla taviz verilmediği koşullarda sürdürülebilir değildir. Son olarak İdlip’te yaşanan gelişmeler, TC’yi zorlayacak gibi görünmektedir. Nitekim Soçi’de geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Putin-Erdoğan görüşmesinin ardından ortak bir açıklama dahi yapılmamış olması bu öngörüyü güçlendirecek bir yerde duruyor.

TC faşizminin dışarıda yaşadığı bu sıkışmanın sınır içinde ve sınır dışında etkileri mutlaka olacaktır. Nitekim vardır da. TC, dışarıda her sıkıştığında içeride halka yönelik baskı ve saldırıları artırmaktadır. Şimdi de örneğin Meclis’in açılmasıyla birlikte sosyal medya yasası gündeme getirilecektir. Amaç, kitlelerin gerçekleri öğrenmesini engellemek, harekete geçmesinin-örgütlenmesinin önüne geçmektir. Faşist baskı ve saldırıların daha da artacağı bir sürece giriyoruz. Faşizm sıkıştıkça, eşyanın tabiatı gereği saldırılarını artıracaktır.

Aynı zamanda sınır ötesi saldırılarını, işgal ve ilhak politikasını sürdürecektir. Rusya’nın son zamanlarda saldırılarının dozunu artırdığı İdlip’teki sıkışmışlığını gidermek için çetelere daha fazla kol kanat gerecek, diğer yandan Rojava topraklarında bölge halklarının kazanımlarını geriletmek için saldırılarını artıracaktır. Böylelikle ortaya çıkan demokratik devrimci muhalefeti güçten düşürmek isteyecektir. TC aynı zamanda Irak Kürdistanı’nda da saldırılarını sürdürecektir. Amaç her ne kadar Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi güçleri olarak görülse de diğer yandan da birleşik devrimci güçler hedef alınmakta ve KDP çizgisinde bir işbirlikçi Kürt çizgisi yaratılması hedeflenmektedir.

Kısacası, TC devleti, hem Irak hem de Suriye Kürdistanı’ndaki saldırılarını diri tutarak işgali altında tuttuğu bölgelerin kontrolünü bırakmamak için elinden geleni yapacaktır. Ancak bunun uzun vadede çok başarılı olmayacağı görülmektedir. Bu son cümleyi elbette, ABD ve Rusya’nın TC devletinden vazgeçtiği şeklinde okumamak gerekir. Bölgede tüm ilişkiler girift bir şekilde yol almaktadır ve sahadaki mücadele belirleyici olacaktır.

‘FAŞİST İTTİFAKININ İŞGAL VE TASFİYE KONSEPTİ BOŞA ÇIKARTILMIŞTIR’

– Faşizmin, PKK’yi ve birleşik devrim güçlerini uluslararası çapta tasfiye etme hareketi örgütlediği biliniyor. HBDH’nin buna karşı mücadelesi nasıl olmalıdır?

Az önce söylediğimiz gibi, TC, bölgede başta ABD emperyalizminin yeni yönelimi olmak üzere tasfiyeci bir kuşatma, teslim alma saldırısı içindedir. 24 Nisan tarihinde Zıp, Metîna, Avaşîn alanlarına yönelik işgal saldırıları öncesinde R.T. Erdoğan, ABD Başkanı J. Biden’dan da icazet almış, başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri de bu tasfiye saldırısına ortak edilerek, emperyalistlerden “olur” alınmıştı. Tasfiye saldırısının 24 Nisan’a denk getirilmesi de TC gibi günlere sembolik anlam yükleyen gerici bir güç açısından manidardır. TC, yüzyıl önce Ermenilere yapılan soykırımı, şimdi de Kürtlere dayatıyor. Diz çökmesini ve teslim olmasını istiyor. 24 Nisan işgal saldırılarıyla birlikte Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi tasfiye edilerek, kurmay kadrosunun teslim alınması ve Medya Savunma Alanlarının dağıtılması planlandı.

Ancak aradan geçen beş aylık süre gösteriyor ki; AKP-MHP faşist ittifakının işgal ve tasfiye konsepti, gerillanın direnişi ile verilen kayıplara karşın boşa çıkartılmıştır. Önce Garê ardından Zap-Metîna ve Avaşîn’de Türk ordusuna yaşatılan kayıplar, Türkiye’nin stratejik bir anlam biçtiği işgal saldırılarının amacına ulaşmasını engellemiştir. TC, zorlanmayla birlikte kimyasal silah kullanmaya başlamıştır. Elbette ki bu, Türk devletinin iradesinin kırıldığı ve kesin bir yenilgi aldığı anlamına gelmemektedir. Bu yüzdendir ki, AKP-MHP faşist ittifakı, mevcut tasfiyeci işgal saldırılarına yeni bir konsept daha eklemiş, emperyalistlerin de onayını alarak Medya Savunma Alanları’ndaki saldırının çerçevesini genişletmiştir. Son bir ayda Irak Kürdistanı, Şengal ve Rojava’da yaşanan hava saldırısı ve suikastların anlamı budur.

Emperyalistlerin icazet verdiği, AKP-MHP ittifakının planladığı ve KDP’nin aktif taşeron olarak yer aldığı bu süreci daha iyi kavramak için TC’nin Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne ve giderek birleşik devrimci güçlere yönelik karşı devrimci saldırı konseptinin temel hedeflerini kısaca şöyle özetleyebiliriz; Tasfiye saldırısının birinci hedefi; Kürt ulusunun temel kazanımlarını yok etmek olarak şekillenmektedir. Kürt ulusunun bir ulusal statü elde etmesini engellemek TC’nin iç ve dış politikasının başlıca hedefidir. Efrîn’den Xakurkê’ye bir tampon bölge oluşturarak Bakur, Rojava ve Başûr Kurdistan’ın ilişkisini koparmak ve ilhak siyasetini Kürdistan’ın tamamına doğru genişletmek başlıca amacıdır.

‘AMAÇ KDP ÇİZGİSİNDE, TESLİM OLMUŞ, İŞBİRLİKÇİ KÜRT YARATMAKTIR’

Efrîn ve Serêkanîye işgalleriyle başlayan bu süreç, bugün Şengal ve Başur Kürdistan’da yoğunlaşmış durumdadır. PKK’ye yönelik saldırı, aynı zamanda Irak Kürdistanı’nın statüsüzleştirilmesi, Şengal’in yeniden bölge devletlerine teslim edilmesi demektir. KDP ise PKK’den boşalacak hegemonya boşluğunu doldurmak amacındadır. Amaç KDP çizgisinde, teslim olmuş, işbirlikçi Kürt yaratmaktır. Bu nedenle işgal saldırılarına karşı direniş, aynı zamanda Kürt ulusunun kolektif haklarının savunulması anlamına gelmektedir. Birleşik devrimci güçler, direnişin bu yönünün farkında olmalıdırlar.

İkincisi; saldırı konseptinin stratejik hedeflerinden bir tanesi de Rojava Devrimi’nin fiziki olarak tasfiye edilmesidir. Emperyalist güçler şu an için fiziki tasfiyeye ve Türk işgalciliğine sınırlandırılmış bir onay verirken, hedeflerinde uzun vadede devrimci çizginin tasfiyesi ve Rojava’nın devrimci kazanımlarının sistem içine çekilerek eritilmesi vardır. Bu amaç doğrultusunda Rojava’da devrimci çizginin yerine Efrîn’in işgali ve sonrasında işgal güçleriyle birlikte hareket etmeye devam eden KDP çizgisindeki ENKS ve PDK-S alternatif olarak öne sürülmektedir. Emperyalistler ve bölge gericiliğinin bütün çabası, bu çizgiyi Rojava Devrimi içerisinde statü sahibi kılmaktır. Bu çizgi, Rojava’nın uluslararası alanda statü kazanması için temel bir şart olarak öne sürülmektedir. Ve yine Rojava’nın devrimci direncine karşılık, Türk işgalciliği koz olarak emperyalistlerin elinde olmayı sürdürmektedir.

Şimdilik emperyalistler, TC’nin saldırılarına tıpkı Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi kapsamlı bir askeri işgale onay vermemişlerse de tıpkı Şengal’de olduğu gibi devrim kadrolarının ve Rojavalı siyasetçilerin suikastla katledilmesi, devrim kurumlarının insansız hava araçlarıyla bombalanması ve sistematik suikast saldırılarıyla devrimci kadroların Rojava ve Kuzey Suriye’nin dışına çıkartılması üzerine yeni bir saldırı konsepti geliştirmiş görünmektedir.

Son bir aydır yoğunlaşan bu tipteki saldırıların önümüzdeki süreçte de süreceği beklenmelidir. Devrim güçlerinin de hazırlığı bu yönde olduğu gibi, yaşanan saldırılarının ardından gerçekleşen kitlesel yürüyüş ve eylemlerle Rojava Devrimi’nin özgücüne yaslanmaktan başka bir olanağının bulunmadığı bir kez daha ilan edilmektedir.

Saldırı konseptinin üçüncü ayağı ise; KDP’de ve Irak Kürdistanı’nda var olan işbirlikçi çizgiyi bütün bölgede hakim hale getirmek amacıdır. TC’nin Süleymaniye’deki son saldırılarının yanında YNK’ye olan “ilgisi” bu nedenledir. TC’nin son dönem politikaları, Kürt partilerinin iç işlerine müdahil olması, suikastlar, hava bombardımanları, mali yardımlar vb. bu işbirlikçi çizginin bütün bölgeye hakim olmasını hedefleniyor.

Tüm bu politikanın nedeni çok açıktır. Faşizmin bu kapsamlı saldırı konseptinin arkasında içinde bulunduğu durum vardır ve bu belirleyicidir. Çok şey anlatmaya gerek yok. Faşist mafya lideri Sedat Peker’in ifşa ve itirafları, TC’nin nasıl bir suç örgütü olduğunun, içten içe nasıl çürüdüğünün kısa bir fragmanı gibidir.

TC’nin bu saldırılarını ısrarla sürdürebilmesinin arkasında ekonomik krizin doğrudan etkilediği halk kitlelerinin toplumsal öfke ve itirazlarına rağmen topyekun devrimci bir dalga ile karşılaşmaması vardır. Bu olasılığın güçlü zemini, TC’yi baştan önlem almaya itmekte ve saldırılarını artırarak sürdürmesine neden olmaktadır. Sadece saldırı da değil. Millet İttifakı örneğinde olduğu gibi kitlelerin içinde bulundukları duruma tepkilerinin devrimci bir dalgaya yol açmaması için, “ilk seçimde gidecekler türküsü” söylenmeye devam edilmekte, kitlelerin düzene olan öfke ve tepkisi düzen içinde tutulmaya çalışılmaktadır.

Bu koşullarda yapılması gereken, Irak Kürdistanı ve Rojava’da birleşik-ortak kazanımlarımızı yok etmek isteyen AKP-MHP faşist ittifakına karşı, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda mücadeleyi yükseltmek, teslimiyet ve tasfiyeci saldırılara karşı direnişi kararlıca sürdürmek ve faşist ittifakın nefes alma kanallarını her alanda tıkamak gerekmektedir.

‘HALKA KARŞI TAM BİR DÜŞMAN HUKUKU DEVREDEDİR’

– Türkiye’de faşizme karşı her bir eylemin ayaklanmaya dönüşme potansiyeli taşıdığını görüyoruz. “Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” hamlesi buna nasıl bir cevaptır?

Bu gerçeği en iyi gören aslında düşmandır. Bunu teslim etmek gerekiyor. R.T. Erdoğan’ın her ağzını açtığında “Gezi”yi anması tesadüf değildir. Daha dün barınma ve burs hakkı talep eden öğrenci gençliği “sözde” öğrenci ilan edip meseleyi yine Gezi Parkı’na bağladı. Erdoğan açısından “Gezi öncesi” ve “Gezi sonrası” bir dönem var. Onun en büyük korkularından biri Gezi İsyanı olmuştur. Bu nedenle her ağzını açtığında Gezi’ye saldırmaktadır. Üstelik açık açık yalan söyleyerek.

Yine artık bir suç işleri bakanı olduğu daha fazla görünür olan Süleyman Soysuz, barınma ve burs hakkı için eylem yapan öğrencileri “terörist” ilan etmekte, LGBTİ+’ları açıktan hedef göstermektedir. Halka karşı tam bir düşman hukuku devrededir. Her ağzını açan, her hakkını arayan faşizm tarafından terörist ilan edilmektedir. Öyle bir sistem düşünün ki; 2 milyon vatandaşını “terör” soruşturasına tabi tutmuş durumdadır. Bu rakam bile bize, faşizmin içinde bulunduğu durumu özetler niteliktedir.

Faşizm; istihbaratıyla, polisiyle, bekçisiyle, yargısıyla, basınıyla, çeteleriyle vb. bütün güçleriyle halka karşı, demokratlara, ilericilere, devrimcilere karşı örgütlenmiştir ve topyekun bir saldırı içindedir. Bu anlamıyla, evet, sorunuzdaki gibi faşizm her eylemi bir ayaklanmaya dönüşme potansiyeli olarak değerlendirmekte ve tam da bu nedenle azgınca saldırmaktadır.

Faşizm sadece ilericilerin, devrimci ve demokratların eylemlerine, hak talepli mücadelelerine saldırmamaktadır. Halkın kendiliğinden eylemlerine de saldırmaktadır. Örneğin Rize İkizdere’de yaşam alanlarını koruyan köylülere de azgınca saldırmaktadır. Daha birkaç gün önce topraklarının kamulaştırılmasına itiraz eden Samsun Vezirköprü köylülerinin eylemine de saldırmıştır. Köylüler bunun üzerine AKP’li belediyeyi taş ve sopalarla basmışlardır. Taş ve sopa, kitlenin elinde etkili bir silaha dönüşmüştür. Bu örnekler iyi anlaşılmalıdır. Birincisi AKP’nin kendini en güçlü olduğunu düşündüğü yerlerde bile kitleler artık haksızlığa, adaletsizliğe tepki göstermektedir. İkincisi, kitleler kendi silahlarını yaratmaktadırlar. Üçüncüsü ama kitleler devrimci bir öncüden yoksundur. Kendiliğinden harekete geçmekte ve tepki göstermektedirler.

Somut gerçeklik böyleyken “Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” hamlesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Her şeyden önce Türkiye’de işçi sınıfının ve halk kitlelerinin önemli bir kesiminin içinde bulunduğu koşullardan memnun olmadığı, kendilerine dayatılan çalışma ve yaşam koşullarına tepki gösterdiği, öfke ve isyan biriktirdiği dikkate alınırsa hamlenin önemi ve gerekliliği daha iyi anlaşılır. Bu kapsamda, hamlenin ilanı ve sürdürülmesi yerinde bir karardır. Doğru bir politik öngörüdür. Gerisi artık sahada çalışan bizlere kalmıştır.

‘FAŞİZME KARŞI HER EYLEM TESLİM OLUNMAYACAĞI MESAJI VERİYOR’

-Devrimci savaş alanlarında işgalciliğe karşı birleşik devrimci savaş yürüten gerillanın direnişi, şehirlerde milis eylemleriyle yükseliyor. Milis eylemleri, faşizmin güvenlik konseptini ne düzeyde etkiliyor?

Bir başka vesileyle ifade etmiştik. Faşizmin bu azgınca saldırganlığı içinde her eyleme, her karşı koyuşa büyük bir değer biçiyoruz. Bu dağlarda bir gerilla eylemi, şehirlerde milis ya da yukarıda örnek verdiğimiz Vezirköprü köylülerinin taş ve sopaya sarılması gibi eylemler olabilir. Faşizmin halka yönelik saldırganlığına, yaratılmak istenen teslimiyete karşı her eylem, bu anlamıyla bir itirazı barındırıyor. Teslim olunmayacağı mesajı veriliyor. Zaten tam da bu nedenle faşizm, parklarda sabahlayan, bu duruşlarıyla meşru ve haklı taleplerini dile getiren gençliğe saldırıyor. Çünkü gençliğin o eylemi, faşizme itirazı, kabul etmemeyi ve çeşitli yol ve yöntemlerle direnme örneğini oluşturuyor. “Halka kötü örnek oluyorlar” yani. Bu nedenle “tez bastırılmalı” talimatı çıkıyor Saraydan!

İçinde bulunduğumuz koşullar bu olunca, büyük-küçük her devrimci eylem önem kazanıyor. Suç işleri bakanı her ağzını açtığında boşuna şu kadar “terörist” kaldı demiyor. Açıktan yalan söylemesinin yanında aynı zamanda psikolojik savaş da sürdürülüyor. Savaş sadece silahla değil aynı zamanda kitle iletişim araçlarıyla da sürdürülüyor. Sabah akşam halka, devrimciler hakkında boşuna yalan söylenmiyor. Düşünün bu topraklarda devrimciler ilk ortaya çıktıklarından beri, “bitirdik”, “kökünü kazıdık”, “belini kırdık” söylemleri kullanılıyor. Aynı yalanları PKK konusunda da yıllardır dinliyor bu halk. Bunlar düşmanın halka yönelik karşı-devrimci propagandalarıdır. Ülkemizde bu çelişkiler ve halk var olduğu sürece, devrimciler de var olacak ve mücadele edeceklerdir. Devrimci hareketin gücü ve güçsüzlüğü, düşman saldırıları etkili olsa da tamamıyla kendisiyle ilgili bir durumdur. Bırakalım düşman rüya görmeyi sürdürsün!

Bu anlamıyla faşizme yönelik her eylem bir karşılık buluyor. Örneğin, HBDH Nubar Ozanyan Milisleri’nin gerçekleştirdiği bir eylem faşizmin kalemşörlerinin de dikkatini çekmişti. Eylem hakkında “bilimsel” makale yazmaktan tutun da, farklı bir “terör örgütü” kuruldu bile denilerek faşizmi uyaran bir makale dahi yazıldı. Oysa eylemin neden ve kim tarafından yapıldığı açık açık ilan edilmişti. Bu durum bile bize faşizmin her ne kadar sessizlikle geçiştirse de milis eylemlerini dikkatle takip ettiğini gösteriyor.

‘HALK SİLAHLANARAK ÖZSAVUNMA GÜÇLERİNİ OLUŞTURMALI’

– Ülkede yoksulluk giderek artıyor, hayat pahalılaşıyor. Gerilla ve milis eylemlerinin halkın eylemleri ile olan bağı nedir?

Evet değindiğiniz gibi, ülkede yoksulluk, işsizlik ve uygulanan ekonomik politikalara bağımlı olarak hayat pahalılaşıyor, halkın alım gücü düşüyor. Bu gerçeği çarşı pazarda gezen herkes rahatça fark edebilir. İşçi ve emekçi halk bu sorunu yakıcı bir şekilde yaşıyor.

Bu kapsamda gerilla ve milis eylemlerinin işçi ve emekçi halka dayatılan bu yaşam koşullarıyla doğrudan bir bağlantısı olmakla birlikte, bu gerçeği yeterince propaganda ettiğimiz/edebildiğimiz söylenemez. Diğer bir ifadeyle daha iyi bir gelecek, baskısız, sömürüsüz, özgür bir gelecek için birleşik mücadelemiz aslında tam da işçi sınıfına ve halka dayatılan bu yaşam koşullarına karşı mücadeleyi içermekle birlikte, bu gerçeği somut koşullara uyarlayarak daha net propaganda edebilmeliyiz.

Örneğin milis eylemlerimizin bir gündemi de halka dayatılan bu yaşam koşulları olmalıdır. Bu konuya özgülenen yol kesme eylemleri, yazılamalar, pankart ve pullamalar vb. yapılabilir, yapılmalıdır da.

Diğer yandan bu eylemlerin halka yansıtılması sorununun dışında ifade etmeliyiz ki, zincirin esas halkası, halkın kendi silahlı güçlerini oluşturması, devletin ve paramiliter güçlerinin saldırılarına karşı silahlanması ve bu şekilde özsavunmasını yapmasıdır. Bunun uzağında olduğumuzu biliyoruz. Ancak bunun bir zorunluluk olduğu açıktır. Rojava halkı, Suriye’de iç savaş başladığında, DAİŞ’le karşı karşıya kaldığında silahlı savunmaları olmasaydı bugün Rojava Devrimi’ni bırakalım, belki de Rojava’dan bahsetmemiz mümkün olmazdı.

AKP-MHP iktidarının çöküşe doğru yol aldığı günümüz koşullarında, herkes bu iktidarın yıkılacağını ifade ediyor. Diğer yandan da, AKP’nin iç savaş çıkartmadan gitmeyeceğinin, ülkede beslediği çete artıkları başta olmak üzere silahlı paramiliter güçlerinin devreye gireceğinin vs. propagandası yapılıyor. Bunun bir yanı elbette kara propaganda, halkı korkutmak, sindirmek için yapılan bir taktik propaganda. Ancak bunun bir propaganda olması, halkın kendisini her türlü faşist saldırıya karşı koruması için silahlanması gerektiğinin altını boşaltmaz/boşaltmamalı.

Kısacası, birleşik güçlerin gerilla ve milis eylemleri çok önemlidir, halka bu eylemlerin amacı-hedefi vb. ulaştırılmalıdır. Diğer yandan halkın silahlanarak özsavunma güçlerini oluşturmaları gerektiği de açıktır.

‘HAMLEYİ GÜÇLENDİRMEYİ SÜRDÜRMELİYİZ’

– Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız hamlesi “ileri” şiarıyla güçlenmeye devam ediyor. Sizin bu hamle kapsamındaki görüşleriniz nelerdir?

Az önce ifade etmiştim. Politik olarak zamanlaması son derece doğru bir hamleydi. Bu anlamıyla hamlenin ilk etabında belli bir karşılık elde edilebildi. Ancak hamlenin ikinci aşaması bazı olumsuzluklar nedeniyle istenildiği gibi başlamadı. Bunu açıklıkla ifade etmemiz gerekir. Bunda elbette birçok devrimci örgütün yan yana gelmesi ve birlikte hareket etmesinin getirdiği kimi dezavantajlar etkili oldu. Bu bir yanıyla doğaldır da.

Bu türden olumsuzlukların ve eksikliklerimizin her zaman olabileceğini hesaba katarak hamleyi güçlendirmeyi sürdürmeliyiz.

Faşizmin emperyalizmin yeni taktiksel yönelimleriyle birlikte, işçi sınıfına ve halka karşı, içte ve dışta saldırganlığını daha da artıracağını tespit ettiğimiz koşullarda, hangi alanda olursak olalım birleşik devrimci mücadeleyi hamle kapsamında daha iyi örgütlemekten ve yükseltmekten başka yolumuz yok. Bu temelde yaklaşmalıyız. Bütün üyelerimizin, militan ve taraftarlarımızın, birleşik devrimci mücadeleyi yükseltmeye ve “İleri” hamlemizi her zamankinden daha fazla sahiplenmeye çağırıyoruz. Bugünün verili koşullarında kurduğumuz böylesi değerli, anlamlı ve dahası faşizme diz çöktürecek güçleri bir araya toplayan oluşumun faşizme diz çöktüreceği ve özgürlüğü kazanacağı açıktır.

‘KADINLARIN BİRLİĞİNİN SAĞLANDIĞI HER ALAN DÖNÜŞÜME UĞRUYOR’

– Kadınlara yönelik saldırılar faşizm eliyle daha organize ve örgütlü hale getiriliyor. Buna karşın kadın kurtuluş mücadelesi gittikçe yükseliyor. K bu durumu nasıl ele almaktadır?

Patriarkanın yaşam bulduğu tüm ülkeler için kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik saldırılar dönemsel değil süreklidir ve organize bir şekilde yürütülür. Ancak faşizm koşullarında, faşizmin gemi azıya aldığı dönemlerde, bunun ilk yansıması kadın ve LGBTİ+’lara olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu hem ekonomik alanda böyledir, hem toplumsal hem de ev içinde… Şu anda içinde bulunduğumuz ülke koşulları tam da böylesi bir süreçten geçmekte. AKP-MHP iktidarı faşizmi yükselttikçe, militarizme yüklendikçe bu, ilk olarak bu kesimlere yansımıştır. Ancak bu durum tabii ki sadece ülkemiz açısından geçerli değil, tüm dünyada kadın ve LGBTİ+’lara yönelik ciddi saldırılar, hak gaspları vs. söz konusudur. Sözde toplumsal cinsiyet meselesini çok önemseyen Avrupa ülkeleri gibi “demokratik” yaftalı ülkelerde son yıllardaki kadın cinayetlerinin sayısındaki artış, ev içi şiddetin giderek yükselmesi vs. tesadüf değildir.

Ancak diğer yandan özellikle 2010 sonrası dönemde giderek artan bir ivme ve kitlesellikte dünyanın dört bir yanında sokakları tutuşturan kadın isyanlarının zengin deneyimleri ve hareketliliği de söz konusu. Kadın cinayetlerinin önlenmesinden kürtaj hakkına, eşit işe eşit ücret talebiyle yapılan kadın grevlerinden cinsel şiddete ya da başörtüsü zorunluluğuna karşı vb. geniş bir yelpazede milyonlarca kadını sokağa taşıdı bu isyanlar. Milyonlarca kadının sokaklarda taleplerini haykırdığı, kolluk güçlerinin saldırıları karşısında militan bir duruş sergiledikleri bu hareketin tüm kolları birbirini etkiliyor, birbirine güç veriyor, tüm dünyada görülmemiş bir birliktelik ortaya çıkartıyor. Bu kollardan biri de elbette ülkemizdeki kadın mücadelesidir.

Öncelikle giderek birleşen ama aynı zamanda çok ciddi farklılıkları da içeren bu hareketi iyi anlamamız ve kesinlikle bu hareketten öğrenmemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Düşünsenize, İsviçre’de ya da İzlanda’daki “eşit işe eşit ücret” talepli kadın grevi tüm dünyada destek-dayanışma bulup birçok ülkede grev örgütleniyor; Şili’de kadınların Las Tesis dansı tüm dünyada kadınların ortak ezgisi oluyor, Rojava’da Kürt kadınların DAİŞ çetelerine yönelik savaşın ön saflarındaki konumu onlarca ülkede Rojava’yı savunma komitelerinin-platformlarının kurulmasına öncülük ediyor, dünyanın her yerinden on binlerce kadın Kobanê’nin kurtuluş gününde Arin Mîrkan resimleriyle sokaklara akıyor vb. Kadınların sınırları aşan bu dayanışması birbirini besliyor ve birlikte daha güçlü bir mücadele hattı çıkartıyor ortaya.

Diğer yandan kadın mücadelesinin geliştiği, kadınların birliğinin sağlandığı her alan dönüşüme uğruyor, kendisiyle birlikte çevresini de değiştiriyor. İşte biz de bu dönüşümden faydalanmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz.

Kadınların ve LGBTİ+’ların kurtuluşunun silahlı mücadeleyle elde edilecek devrimle olacağının altını çizmek isteriz bu noktada. Bütün kazanımlar, İstanbul Sözleşmesi’nin bir gece yarısı feshedilmesi gibi, faşizm tarafından bir gecede gasp edilebilir. Kadınlar ve LGBTİ+’lar buna karşı her alanda mücadele vermişlerdir, geri adım atılmamıştır. Ancak son tahlilde faşizme karşı devrimci bir savaşın içinde ve bunun kazanımlarıyla gerçek kurtuluşun sağlanabileceğini düşünüyoruz.

‘DİZ ÇÖKTÜRME SALDIRISINA KARŞI DEVRİMCİ DİRENIŞ VE DAYANIŞMAYI BÜYÜTELİM’

-Partinizin işçi sınıfına, kadınlara, gençlere, bütün ezilenlere sözü ve bu dönemki politikası nedir?

Aslında toplamda ifade ettiklerim içinde bu husus var. Birleşik mücadeleyi bu kapsamda ele alıyoruz. İşçi sınıfını, kadınları, gençleri, LGBTİ+’ları hem partimiz hem de HBDH ve KBDH saflarında örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz. Örgütlenmekten başka çıkış yolumuz ve mücadele etmekten başka kurtuluş yolumuz yoktur.

Gerek dünyada ve gerekse de ülkemizde son yıllarda yaşanan gelişmeler bunu tekrar tekrar doğrular niteliktedir. Meselenin emperyalist kapitalist sistemin 2008 yılında başlayan ve bir türlü atlatamadığı kriziyle ilişkisi vardır. Son süreçte yaşanan virüs salgını da bu krizi derinleştirmiş durumdadır. Ekonomik kriz beraberinde hakim sınıfların krizi atlatmak için işçi sınıfı ve halka saldırmasını, klasik deyimle “faturayı işçi sınıfı ve halka kesmesi”ne neden olmaktadır.

Hakim sınıfların bu politikalarında başarılı olabilmesinin yolu, devrimci komünist dinamiklerin kitlelerin kendiliğinden gelme mücadeleleriyle ilişkilenmesinin önünün kesilmesidir. Bu nedenle her türden muhalefete saldırmakta; diz çöktürmeye, nefessiz bırakmaya çalışmaktadır. Bizler de halka, devrimci harekete dayatılan bu diz çöktürme ve nefessiz bırakma saldırısına karşı devrimci direnişi ve dayanışmayı her alanda büyütmeliyiz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu